17 Mayıs 2013 Cuma

Posted by Unknown On 16:02

Güney Arabistan'ın Hadramut civarında, bulundukları yere kumsal ve engebeli yüksek arazi mânâsında «Ahkâf» adı verilen Ad kavmi isminde bir millet yaşıyordu. Bu kavm maddî', bakımdan hayli ilerlemiş, zengin olmuş ve ihtişamlı binalar içerisinde hayat sürüyorlardı. Kuvvetleri de hayli çoğaldığından etraflarındaki kavimlere de galebe çıkmışlar ve zor kullanarak beldelerini genişletmişlerdi. Fakat bu maddî ilerleme ve genişlemenin yanında Allahü Teâlâ'ya ve emirlerine olan bağlılıkları kopmuş ve iyice azgınlaşarak putlara tapar hale gelmişlerdi. Hz. Nuh tufanıyla sâkinleşen halk yine yoldan çıkmış, yolunu şaşırmıştı.
Allahü Teâlâ, bu şaşırmış kavmi, hak yola davet etmek üzere içlerinden biri ve soyca kardeşleri olan Hûd aleyhisselâmı, onlara peygamber olarak gönderdi. Hz. Hûd'un nesebi hakkında iki rivayet vardır ki:
Birincisi; Hûd ibni Abdillah ibni Rebah İbni'lhulûd Ibnü'avs Ibni İrem Ibni Sam Ibni Nuh aleyhisselâmdır.
ikincisi de, Hûd Ibni Salih ibni Erfahd ibni Sam Ibni Nuh ibni Ammi Ebi Ad'dır. Yani Nuh aleyhisselâm Ad'ın babasının amcasının oğlu imiş.
Hz. Hûd kavmine, kendisinin Allah tarafından onlara gönderilen emîn bir Peygamber olduğunu bildirerek Allah'ın emirlerini tebliğ etmeye başladı:


— «Ey kavmim! Gelin Allah'dan korkun ve O'na kulluk edin, sizin O'ndan başka bir ilâhınız daha yok. Siz sade O'na iftira ediyorsunuz da ilâh diye başkalarına tapıyorsunuz.
— «Ey benim kavmim, buna karşılık ben sizden bir ecîr istemiyorum, hâlis muhis karşılıksız bir nasihattir bu. Benim ecrim ancak beni yaradana aiddir. Vereceğini O verecektir. Artık siz akıllanmayacak mısınız? Hâlâ siz O'nun azabından sakınmayacak mısınız? Aklınızla düşünüp böyle halisane bir şekilde söylenen ve sizin menfaatinizle alâkalı bu hak nasihati tutarak iftiradan, başkalarına tapmaktan vazgeçmez misiniz?


— «Ey benim kavmim, rabbınızdan mağfiret dileyiniz, O'na karşı günahkâr olduğunuzu itiraf edip istiğfarda bulununuz, sonra O'na tevbe ile şirk ve isyandan pişmanlık duyarak imân ve doğrulukla müracat ve kulluk ediniz ki, üzerinize bol bol Semânın feyzini göndersin; kuraklık çektirmesin, hayatînizi kuru maddelerin tazyikinden kurtarıp yükseltsin ve kuvvetinize kuvvet katsın. Malûm olan cismâni kuvvetinize henüz tanımadığınız manevî-bir kuvvet katlayarak artırsın. Gelin mücrim mücrim, günahlarınıza İsrar ederek bu güzel nasihatleri dinlemezlik etmeyin, yüz çevirip gitmeyin.


— «Siz her tepeye bir alâmet, köşk bina ederek eğleniyor, oynuyorsunuz. Dünyada ebedî kalacakmışsınız gibi, bîr takım saraylar ve havuzlar da ediniyorsunuz. Hem ceza için yakaladığınız vakit, merhametsizce, zorbaca yakalıyorsunuz; dövüyor, öldürüyorsunuz. Artık Allah'dan korkun ve bana itaat edin. Size bildiğiniz şeyleri verenden sakinın; size davarlar ve oğullar verenden, bağlar ve pınarlar ihsan edenden...
— «Doğrusu Ben, size gelecek büyük bir günün azabından korkuyorum.»
Hûd aleyhisselâmın bu daveti karşısında, Allahü Teâlâ'nın dünya hayatında kendilerine refah verdiği halde, küfre dalıp âhiretteki hesapla karşılaşmayı yalanlayan bu Ad kavminin ileri gelen kodaman bir güruhu isyan ederek ona ve onu dinleyenlere şöyle dediler:
— «Eğer Rabbımız dileseydi, muhakkak bize Melâike gönderirdi. Siz —geçmiş Peygamberleri de kastederek— ise bizim gibi insanlarsınız. Onuıt için biz sizinle gönderilen şeylere inanmayız. Bu da başka değil, ancak sizin gibi bir insandır. Sizin yediğinizden yiyor, içtiğinizden içiyor. Bu bir peygamber olamaz. Şayet kendiniz gibi bir insana itaat edecek olursanız, muhakkak ki o halde siz aldanmış olursunuz.
— «O, siz cidden öldüğünüz ve bir toprak, bir yığın kemik olduğunuz zaman, muhakkak çıkartılacaksınız, dirileceksiniz diye mi va'dediyor? Heyhat heyhat, ne uzak vaad!.. Hayat, ancak bizim bu Dünya hayatımızdan başka bir şey değildir. Kimimiz bir taraftan ölür, kimimiz de yeni doğar hayata geliriz, bu böyle gider. Biz öldükten sonra diriltilmeyeceğiz. O halde bu alçak hayata sarılalım, keyfimize bakalım.
— «Ancak o, öyle bir adam ki, Allah'a karşı bir yalan uydurdu. Biz ona inanacak değiliz.»
Görülüyor ki, zamanımız kâfirlerinin ve hususiyle münevverlik taslayan modern zındıkların, dine karşı söyledikleri sözler de en eski kâfirlerin bu sözlerine irticadan başka bir şey değildir. Eski kâfirlerin küfürleriyle beraber Ahiret hesabını yalanlayıp Dünya hayatında refah sürerek şımarıklık göstermeleri gibi vasıflar, bugünkü kâfirlerin de vasıflarını teşkil ettiği gibi, söyledikleri sözler de tamamıyla şimdiki kâfirlerin her zaman- tekrarladıkları sözlerdir. Bunlar da beşerî peygamberliği kabul etmemekle beraber Peygamberi alelade bir insan seviyesinde göstermek için insanlığı yiyip içtiği şeylerle mukayese ediyor ve insanlık cemiyetini kökünden yıkacak olan:
«Sizin gibi bir insana itaat ederseniz aldanırsınız» propagandasını ileri sürüyorlar.
Hatırlatmaya hacet yok ki, beşerin beşere itaatini kayıtsız şartsız, inkâr eden bu söz, haricîlik ve anarşistlik davasıdır. Bir reisin başkanlığı altında toplanmayan bir insan topluluğu yoktur. Cumhuriyetler bile bir reisin başkanlığı altında birleşmek ihtiyacındadır. Fakat kendi Dünya hayatlarından ilerisini hiç hesaba almak istemeyen ihtilâlci kâfirler, kendi garaz-ve menfaatlerini elde etmek için hürriyet dâvası altında itaat prensiplerini yıkarak milletlerin içtimaî nizamlarını tahrip etmekten zevk alırlar. Bunun gibi Dünya hayatı refahıyla şımarmış ve Ahiret hesabının yalan olduğu safsatasını diline dolamış olan o kâfirler de, Allahü Teâlâ'nın emriyle Peygambere \itaat hissini kırmak için beşerin beşere meşru olan itaat esasını, bir esaret ve aldanış mânâsında göstererek kökünden baltalamaya çalışıyorlardı. Milletin devamına darbe olan bu büyük cinayetin uhrevî mes'uliyeti bahis mevzuu olduğu zaman da «öldükten sonra dirilmek yok, hayat dünya hayatıdır» diyorlar ve Allah'ın gönderdiği peygamberlerini ise yalancılıkla itham edip hakikatleri örtmeye çalışıyorlardı.
Ad kavminin ileri gelen kodaman güruhu Allah'ın resulü Hûd Aleyhisselâm'ın kendilerini hakk'a davetine karşılık isyanlarına devam ederek şöyle söylediler:
— «Ey Hûd!.. Sen bize ha vaaz etmişsin, öğüd vermişsin ha öğüd verenlerden olmamışsın, bizce farkı yoktur. Bu bize getirdiğin, eskilerin yalanından başkası değildir. Biz azaba uğratılmayız. Senin sözünden dolayı ilâhlarımızı terk etmeyiz. Yalnız deriz ki, her halde ilâhlarımızın bazısı seni fenalıkla çarpmış, onlara dil uzattığından dolayı aklına fenalık getirtmiş, seni delirtmiş, her halde biz seni bir çılgınlık içinde görüyoruz ve her halde biz, seni yalancılardan bîri sanıyoruz. Sen bize bir delil de getirmedin, imâna mecbur kılacak bir mucize ile gelmedin.» .
Hûd aleyhisselâm onların bu inkâr, inat ve saçmalıklarına karşılık bizzat kendisinin ilâhî bir delil ve mucize olduğunu anlatan şu hakikatlerle cevap verdi:
— «Ey benim kavmim! Bende hiç bir çılgınlık yok. Lâkin ben âlemlerin Rabbı olan Allahü Teâlâ tarafından size gönderilen bir elçiyim. Size Rabbımin emirlerini tebliğ ediyorum. Ben sîzin için güvenilir bir nasihat ediciyim. Sizi Allah'ın azabıyla korkutmak için, içinizden bir adam vasıtasıyla, size Rabbınızdan bir ihtar geldiğine inanmıyor da hayret mi ediyorsunuz? Düşünün ki o sizi Nuh kavminden sonra hâlifeler yaptı ve yaratılış bakımından size, onlardan ziyade boy ve güç verdi. O halde Allah'ın nimetlerini unutmayın ki kurtulabilesiniz.»
Hûd aleyhisselâm'ın kavminin kâfirleri, bu sözler üzerine şöyle dediler:
— «Ya, sen bize yalnız Allah'a ibadet ve itaat etmemiz, bir de babalarımız, atalarımızın tapageldikleri putları terk etmemiz için mi geldin? Haydi getir! O bize vadedîp durduğun azabı başımıza, getir bakalım, eğer sen doğru söyleyicîlerden isen...»
Böylece yer yüzünde haksız yere kibirlenmek istediler ve «bizden daha kuvvetli kim var» dediler. Fakat kendilerini yaratmış olan Allahü Teâlâ'nın onlardan daha kuvvetli olduğunu düşünmediler de...
Onların bu inkâr ve inatlarına devam etmeleri karşısında Hz. Hûd, Allahü Teâlâ'ya niyaz ederek «Rabbim! beni yalanlamalarına mukabil bana mısret ver» dedi. Allahü Teâlâ da cevaben «Birazdan azabı gördükleri zaman pişman olacaklar.» buyurdu.
Hûd aleyhisselâm hakikatleri kabule yanaşmayan kavmine son olarak şöyle dedi:
— Azabın inmesine dair ilim ancak Allah katındadır. Ben size gönderildiğim şeyi tebliğ ediyorum. Ancak sizi öyle bir kavim görüyorum ki cahillik ediyorsunuz, peygamberlerin vazifesini onların gönderilmesindeki hikmeti, o elcilere uyanların her iki dünyada saadet bulacağı, asîlerin ise felâkete uğrayacağı hakikatini bilmiyorsunuz. Ben Allah'ı şahid tutarım, siz de şahid olunuz ki, O'ndan başka sizin uydurduğunuz ortakların hiç birini ben tanımıyorum. Binaenaleyh hepiniz toplanarak bana istediğiniz tuzağı kurun. Bundan daha açık ne mucize arıyorsunuz? Yalnız bana fenalık getirdiğini iddia ettiğiniz bazısı değil, bütün ortaklarınız, putlarınız, ve siz hepiniz toplanarak bana fenalık yapmak için dilediğiniz plânı kurun, istediğiniz hileyi tertipleyin. Sonra bana mühlet de vermeyin, elinizden geleni erteye koymayın, hemen yapın, hiç bir korkum yok. Ben her halde Allah'a tevekkül ettim, O'nun emir ve muhafazasına dayandım ki, O benim Rabbûn ve sizin de Rab-binizdir. Benim de sahibim, efendim O'dur, sizin de, O'nun irade ve dilemesi olmadan ne sizden, bir şey sadır olabilir, ne de musibet erişebilir. Yer yüzünde hiç bir debelenen yoktur ki, O'nun kudreti ve tasarrufu altında olmasın. Hepsini dilediği gibi tasarruf eder, hiç birini kaçırmaz, isterse hiç kımıldatmaz. Şüphesiz ki Rabbım doğru yol üzerindedir. Doğruluğun koruyucusu, doğruların yardımcısıdır. Rızası hak, adalet ve doğruluktadır.
«Artık siz yine yüz çevirir, bu açık kat'i hakikatleri dinlemez ve doğru tevhîd yolunu tutmazsanız, ben size gönderildiğim tebliğ vazifemi işte yaptım. Rabbım beni mes'ul tutmaz da sizi helak edip sizin yerinize sizden başka bir kavim getirir, halifeliği onlara verir. Ve siz O'na zerrece bir zarar edemezsiniz. O'nun emrinden yüz çevirmenizin bütün zararı kendinize aid olur. Çünkü Rabbım her şeyin üzerinde koruyucu ve gözetleyicidir. Hiç bir şeyi kaçırmaz ve yaptıklarınız ondan gizli kalmaz. Binaenaleyh ona hiç bir zarar ihtimali olmaksızın cezanızı bulursunuz.
Bütün bu nasihatlere rağmen Ad kavmi isyan ve küfürde ısrar etti. Allahü Teâlâ'nın elçisinin sözlerini dinlememekle de azaba müstahak oldular. Vaktâ ki korkutuldukları azabı gökte, vadilerine doğru gelen bir siyah bulut halinde gördüler, dediler ki:
— «Bu ufukta behren bir bulut; bize yağmur yağdıracak.» Hûd aleyhisselâm onlara şöyle söyledi:
— «Hayır, o, sizin acele istediğiniz şey: Bir rüzgâr ki, onda çok acıklı bir azap vardır, Rabbının emriyle her şeyi helak edecektir, işte üzerinize Rabbınızdan bir azap ve gazap fırtınası indi.. Sizin ve atalarınızın uydurduğu, taktığı kuru isimler hakkında, siz benimle mücadele mi ediyorsunuz? Allah, onlara hiç bir zaman öyle bir saltanat hakkı indirmedi, artık azabın gelişini bekleyin, ben de sizinle beraber ona gözetenlerdenim.»
Bir müddet sonra inkârın derinliklerine dalan Ad kavmi, bu bulutun bir yağmur değil, azap fırtınası olduğunu görmüş ancak iş işten geçmişti. Bu, bir «sarsar» rüzgârı, soğuk ve gürültülü bir fırtına idi ki, onlara uğursuz gelen bir günde başladı ve yedi gece sekiz gün devam etti. Azap fırtınası, olduğunu ise tanımaları ilk olarak şöyle olmuştu : Dışarı çıkmış olan yüklerinin ve hayvanlarının birer kuş tüyü gibi Gök ile Yer arasında uçuşmaya başladığını görmüşler, derhal evlerine girmişler ve kapılarını kapamışlar, derken fırtına gelip kapılarını" açmış yedi gece sekiz gün üzerlerine kum seli akıtmış, sonra da-"Allahü Teâlâ'nın emriyle kümü üzerlerinden açmış ve hepsini denize dökmüştü.
Yine rivayet edilir ki; içlerinde azabı ilk gören bir kadın olmuştu ve ateş alevi gibi bir rüzgâr görmüştü. Rüzgâr insanları yoluyor, çekip koparıp alıyordu, bundan kurtuluş yoktu. Ad kavmi, iri bedenli oldukları için başları kopup kopup devrildikçe sanki dibinden kopmuş içi kof hurma kütükleri gibi devriliyor, bu fırtına onları sel köpüğü ve süprüntüsü gibi denize döküyordu. Kâfirlerin burunlarından girip arkalarından çıkan, evlerini mallarını yıkıp süpürüp götüren ve her birini bir tarafa atıp parça parça eden bu azap fırtınasının Şubat ayının sonunda «berdül acuz = kocakarı soğukları» denilen günlerde vaki olduğu bildirilmiştir ki, adi geçen tâbir günümüzde de kullanılmaktadır.
Allahü Teâlâ'nın gönderdiği peygamberin bildirdiklerine' imân etmeyen ve uğradığı şeyi bırakmayıp mutlak çürütüp kül ediveren «sarsar» rüzgârının savurduğu taşlarla beyinleri parçalanarak helak olan Ad kavminin kâfirleri kökleri kuruyup cezalarını bulurken; Allah'ın elçisine imân eden mutlu zümre ise dünya ve âhiret felahına eriyorlardı.
Hûd aleyhisselâm rüzgârı hissettiği zaman kendisinin ve inananların üzerine bir hat çizmiş, bir menbâ civarına, bir mahalle doğru çekilmişti. Kâfirleri kasıp kavuran azap rüzgârı, onlara bir seher tesiri yapıyor ve ancak derileri yumuşatacak, insanlara ferahlık verecek şekilde dokunuyordu. Hz. Hûd ile birlikte gerçek kurtuluşa eren bu mü'minler topluluğunun dört bin kadar olduğu bildirilmiştir.
Eğer Ad kavminin kâfirleri de bu mü'minler gibi, Allahü Teâlâ'nın Ayet ve delillerini inkâr etmeyip, Hûd aleyhisselâm'ın tebliğ ettiği şekilde imân ve itaat etselerdi helak olmayacaklardı. Lâkin onu dinlemeyip eğlendikleri için, o istihza ettikleri «Haydi getir bize» dedikleri azap da kendilerini kuşatıverdi. Çünkü bunların isyan ettikleri peygamber Hûd aleyhisselâm ise de, bunun bildirdikleri esas itibariyle evvelki peygamberlerin de bildirdiklerine uygun olduğundan ona isyan etmekle hepsine isyan ettiler ve bütün inatçı zorbaların arkasına düştüler. Böylece kendileri de hem, bu dünyada lanetle takip olundular, hem de Kıyamet gününde. İşte öyle isyankâr bir kavme, Allahü Teâlâ böyle ceza verir. Halbuki Allahü Teâlâ, onlara mal ve kuvvetten ibaret öyle şeyler ihsan etmişti ki, başkalarına o kuvvet ve iktidarı vermemiştir. Hem bu nimeti anlasınlar diye, kendilerine, kulak, gözler ve kalbler vermişti. Fakat onların ne kulağı, ne gözleri ve ne de kalbleri kendilerine bir fayda vermedi. Çünkü Allah'ın Ayetlerini inkâr ediverdi, inkârlarının cezasını görüp Dünya hayatında zillet azabını tattılar. Elbette Ahiret azabı daha zilletlidir. Hem onlar, kurtulamayacaklardır.
Bu hâdiseye muhatap olanlar, bugün, gidip dolaşırlarsa; gözlerine çarpacak o harap eserler, kabirler, o azaba uğrayan Ad kavmine aiddir.
(A'raf, Hûd, Mü'minün, Şuara, Fussilet, Ahkâf, Zariyat, Kamer ve Hâakka Sûreleri)
Posted by Unknown On 16:00

Nuh aleyhisselâm, Hazreti îdris'den sonra yer yüzündeki insanlara, kendilerini irşad etmek üzere Allahü Teâlâ'nın gönderdiği büyük bir peygamberdir. Hazreti Nuh'a ait haberler Kur'ân-ı Kerîm'in yirmi sekiz yerinde zikredilmiştir ki, bunlardan birisi müstakil bir sûredir.
Allahü Teâlâ, bir hakikat olarak Nuh aleyhisselâmı kavmine bir Peygamber olarak gönderdiği vakit o, kavmine:
— Ey kavmim! Allah'a ibadet edin!. O Allah ki, sizin için O'ndan başka kendisine ibadet edecek, kullukta bulunacak hiç bir ilâh yoktur. Emin olunuz ki, Allah'ı tanımadığınız takdirde üzerinize büyük bir günün azabının gelmesinden korkuyorum, dedi.
Allah'ın Resulünün bu dâvetine karşılık, kavmin ileri gelenlerinden bir güruh:
— Ey Nuh, her halde biz, seni çok açık bir sapıklık içinde görüyoruz, dediler.
Hazreti Nuh da kendilerine:
— Ey kavmim! Bende bir sapıldık yoktur. Ancak ben âlemlerin Rabbi tarafından gönderilmiş bir peygamberim. Size Rabbimin haberlerini, emirlerini tebliğ ediyorum. Size öğüt veririm ve sizin bilmediğiniz şeyleri Allah'dan ilham olunduğu gibi bildiriyorum.
— Ey kavmim! Beni niçin yalanlarsınız? Yoksa içinizden sizi korkunç bir âkibetten korumak, sizin de korunup rahmete erişmeniz için Rabbiniz tarafından bir kimseye vahiy, peygamberlik gelmesine şaşar ve inanmaz mısınız?.
Bu sözleri üzerine Nuh aleyhisselâmı yine yalanlamaya devam ettiler ve dediler ki:
— Ey Nuh! Biz seni, ancak bizim gibi bir beşer görüyoruz. Sana uyanları da ilk bakışta en rezillerimiz olan kimselerden ibaret görüyoruz. Sizin bize fazla bir meziyet ve üstünlüğünüzü de görmüyoruz. Belki biz sizi yalancı sayıyoruz.
Nuh aleyhisselâm irşadına devam ederek:
— Ey kavmim! Açıkça söyleyin, eğer ben Rabbim tarafından verilmiş bir delili hâiz isem ve bana, Rabbim kendisinden bir rahmet vermişti, size onu görecek göz vermeyip kör olarak bırakmış ise, biz size onu görmek istemediğiniz halde zorla kabul mü ettireceğiz zannediyorsunuz?. Hem ey kavmim, ben bu irşadıma karşılık sizden bir mal da istemiyorum. Benim ücretim ancak Allahü Teâlâ'ya aiddir. Ve ben, o iman edenleri kovucu da değilim. Elbette onlar Rablerine kavuşacaklar. Fakat sizi de ben, cahillik eden bir topluluk olarak görüyorum. Hem ey kavmim, ben bunları kovarsam, bana kim yardım edip Allah'tan beni kurtarabilir? Bunu bir defa düşünmez misiniz?. Ben size, ne Allah'ın hazineleri yanımdadır, ne de gaybî bilirim demiyorum. Ben muhakkak meleğim de diyemem. Yine ben, gözlerinizin hor gördüğü o kimseler hakkında «Allah onlara hiç bir hayır vermez» de diyemem. Zira onların vicdanlarındaki îmanı en iyi bilen Allahü Teâlâ'dır. Böyle halde bulunmuş olsam ben, şüphesiz haddini aşanlardan olurum!, dedi.
Buna karşılık Nuh aleyhisselâmın kavmi:
— Ey Nuh! Sen bize karşı hakikaten husûmette bulundun. Bize husûmetini fazlalaştırdın. Eğer sözünde doğru isen, bizi tehdid ededurduğun azabı hemen bize getir, dediler.
Hazreti Nuh:
— Onu size, ben değil, dilerse Allahü Teâlâ getirecektir. Siz onu âciz bırakacak değilsiniz. Ben size ne kadar öğüt vermek istedimse de, Allahü Teâlâ sizi helak etmeyi murad etmişse benim nasihatim size hiç fayda vermez, iyi biliniz ki, Allah Rabbinizdir, en sonunda çaresiz ona döneceksiniz!, dedi.
Kâfirler:
— Ey Nuh! Yoksa o azabı sen mi uydurdun? diyorlardı. Hazreti Nuh da:
— Eğer ben uydurdumsa günahı bana aittir. Halbuki ben, sizin yüklemek istediğiniz suçtan her halde uzak bulunuyorum, dedi.
Bunıın üzerine Nuh aleyhisselâma Hazreti Allah tarafından vahyolundu ki:
—- Kavminden şimdiye kadar îman edenlerden başka hiç birisi îman etmeyecektir. Binaenaleyh işlemekte oldukları fenalıklardan dolayi sen endişelenme de, bizim nezaretimiz altında ve vahyettîğimiz talimat dairesinde gemi yap!. O zulmedenler hakkında şefaatçi de olma! Çünkü o zalimler muhakkak batırılacaklardır.
Bu ilâhî emir üzerine Nuh aleyhisselâm gemiyi yapmaya başlamıştı. O bu işle meşgul olurken kavminden her hangi bir imansızlar güruhu yanından geçtikçe, kendisiyle alay ederler, «Hani peygamberim diyordun, işi marangozluğa bozdun» diye eğlenirlerdi.
Hazreti Nuh da kendilerine:
— Siz benimle eğleniyorsunuz; sizin şimdi eğlendiğiniz gibi biz de ilerde sizinle eğleneceğiz!. Kime perişan eden bir azâb gelecek ve daimî bir azâb kimin başına inecektir, ilerde, görürsünüz! diye cevap verirdi.
Nihayet Allahu Teâlâ'nın emri geldi ve gemi hareket edip yer yüzünden su kaynayıp fışkırmaya başladığı zaman Allahu Teâlâ Nuh aleyhisselâma:
— Şimdi geminin içine her çift erkek ve dişiden iki tane, bir de aleyhinde hüküm geçmiş bulunan oğlundan başka aileni ve îman edenleri yükle! buyurdu. Bununla beraber Hazreti Nuh'a insanların pek azından başka kısmı îman etmemişti.
O zaman Nuh aleyhisselâm gemiye binecek olanlara:
— Haydi mecrasında da, mersâsında da, Allah'ın ismini anarak gemiye bininiz! Rabbim muhakkak Gafûr'dur, Rahîm'dir, dedi.,
Artık gemi, içindekilerle beraber dağlar gibi dalgalar içinde akıp gidiyordu.
O sırada Hazreti Nuh, ayrı bir yere çekilmiş olan oğluna da:
— Ey oğulcağızım, gel benimle bin! Kâfirlerle beraber olma! diye seslendi. Oğlu:
— Beni sudan koruyacak bir dağa sığınacağım! diye cevap verdi. Hazreti Nuh:
— Bugün Allah'ın emrinden koruyacak bir şey, rahmetinden baş-'ka yoktur! dedi ve derhal âsî oğul dalga aralarına giriverdi. Böylece o da boğulanlardan oldu.
Tufan tamam olunca Allahü Teâlâ tarafından:
— (Yere:) Ey arz suyunu yut!, (Göğe de: ) Ey semâ suyunu kes! emri verildi. Ve su çekildi, emir de yerine getirildi. Gemi de Cûdî dağı üzerine oturdu. O zalim kavme de «uzaklaşın!» denildi.
Nuh aleyhisselâm Rabbine nida ederek:
— Ey Rabbim! Oğlum tabiî benim âilemdendir. Hiç şüphesiz Senin va'din de haktır. Ve sen hâkimlerin üzerinde isabetle hükmedersin! dedi.
Allahü Teâlâ:
— Ey Nuh! Kâfir oğlun senin ehlinden değildir. O, salih olmayan kötü iş sahibidir. Binaenaleyh hakikatine ilmin erişmediği şeyi benden isteme!. Ben seni câhillerden olmaktan men'ederim! buyurdu. Nuh aleyhisselâm:
— Rabbim! Hakikatini bilmediğim şeyi istemekten sana sığınırım!. Allah'ım! Yoksa sen beni mağfiret etmez ve bana merhamet etmezsen, ben dalâlete düşenlerden olurum! diye niyazda bulundu.
Bunun üzerine Allahü Teâlâ tarafından:
— Ey Nuh, bizden sana ve mâiyetindekilerden üreyecek bir çok Ümmetlere selâm ve bir çok bereket ile gemiden in!.. Bir çok ümmetleri de ilerde dünyâ malıyla faydalandıracağız da sonra küfürleri sebebiyle onlara tarafımızdan elem verici bir azab dokunacaktır! buyuruldu.
Kırk yaşında Allah Elçiliği vazifesini yüklenen Nuh aleyhisselâm, kavmi içerisinde bu mukaddes vazifesini tufan hadisesine kadar tam dokuz yüz elli sene devam ettirdi.

(Hûd, Nuh ve A'râf Sûreleri)
Posted by Unknown On 15:57

Vaktiyle, kardeş olan Kabil ve Habil isminde iki Adem oğlu, Allahü Teâlâ için birer kurban, ona manevî yakınlık sağlayacak birer nesne arz etmişlerdi. Kabil katı tabiatlı, Habil ise takva sahibi bir kimse idi. Herhangi bîr delil ile Habil'in kurbanının kabul olunduğu Kabil'in kurbanının ise kabul olunmadığı anlaşıldı. Kurbanı kabul edilmeyen Kabil, Habil'in kurbanının kabul edilmesinden dolayı ona hased ederek:
— Ahdim olsun seni öldüreceğim, dedi. Habil de dedi ki:
— Allahü Teâlâ ancak takva sahiplerinden kabul buyurur. Binaenaleyh Allah'dan kork, niyyetini düzelt. Eğer sen beni öldürmek için elini uzatırsan, ben seni öldürmek için elimi uzatmam. Çünkü ben, âlemlerin Rabb'ı olan Allah'dan her halde korkarım. Ben bu suretle şunu isterim ki, beni günaha sokmayasın da hem benim günahım, hem de kendi günahınla dönüp gidesin, bu iki günahı yüklenerek can verip Hakk'ın huzuruna Varasin da Cehennem ehlinden olasın. Zira zalimlerin cezası budur.
Bu takva, bu salim fikir, bu hayır ve nasihat, bu kardeşlik hissi üzerine, kurbanı kabul edilmeyen zalim Kabil'in nefsi, kendisine kardeşi Habil'i öldürmeyi arzu ettirdi. Yani vaz geçirmek şöyle dursun öyle bir cinayet güya bur tâat şevkiyle endişesiz yapılabilecek, mâniden uzak, arzusuna uyulur bir şey gibi gösterdi, kolaylık hatta gayret verdi. Bu suretle nefsi, Kabil'e bu cinayeti bir yem gibi önüne gerilmiş pek hoş bir şey gibi gösterip ve bu isyanı icrası lâzım bir tâat gibi kabul ettirince de Kabil kardeşini öldürdü. Ancak, bu cinayeti ile kendisine bir fayda sağlama ihtimali olmadığından başka, dininde de, dünyasında da hüsrana uğradı, zarar ve ziyan içinde kaldı, öldürdüğü kardeşinin cesedini ne yapacağını şaşırdı, çaresizlikler içerisinde kıvrandı. Sonra Allahü Teâlâ, yerde deşinen bir karga gönderdi. Bu gönderiş ve deşiniş ona kardeşinin cesedini nasıl örtüp gizleyeceğini göstermek içindi. Katil, karganın bu hareketinden ilham alarak:
— «Eyvahlar olsun, vay bana, ben şu karga kadar olup da kardeşimin iaşesini gömüp gizlemekten aciz oldum ha!..»
Dedi ve bunun üzerine nadimler güruhundan oldu, pişmanlıklar içerisinde kaldı.
Bu kıssadaki Kabil ve Habil ismindeki iki kardeşin Adem aleyhisselâmın kendisinin iki oğlu olduğu, ekseri müfessirlerin görüşü olmakla beraber israil oğullarından iki Adem oğlu olduklarını söyleyenler de vardır. Ancak dikkat edilmesi lâzım gelen husus, şahısların tâyini değil, vak'anın hakikatidir. Çünkü Kabil ve Habil kıssası namıyla acaip ve garip bir çok şeyler söylenmiştir. Binaenaleyh hata olmak ihtimalinden kurtulamayacak olan türlü türlü rivayetlerden ve tafsilâttan sakınarak Kur'ân-ı Kerîm'deki beyanın esas alınmasına dikkat çekilmiştir. Nitekim mealen şöyle buyurulmuştur:
—«Allahü Teâlâ iki Adem oğlu ile bir mesel darb etti, bunun hayrını tutun, şerrini bırakın.»
(Mâide Sûresi)
Posted by Unknown On 15:54
Irak'ta yetişen büyük velîlerden. Künyesi Ebû Muhammed'dir. Bağdat civârında yaşadı. Doğum târihi bilinmemektedir. Evliyânın baş tâcı olan Seyyid Abdülkâdir-i Geylânî hazretleri bu zâtı överdi. Mâcid el-Kürdî, Irak'ta Cebel-i Hamsîn denilen yerde yerleşip ilim ve ibâdetle meşgûl oldu. 1166 (H.561) senesi burada vefât etti. Kabri bilinmekte ve ziyâret edilmektedir.

Oğlu Süleymân (veya Selmân) şöyle anlatır: "Bir ara babamın husûsî odasında, yanında bulunuyordum. Orada yiyecek ve içecek aslâ birşey bulunmazdı. Bir gün kendisine yirmi fakir geldi. Babam bana; "Şu odaya gir, bize yemek getir." dedi. Ben, içeride yiyecek ve içecek hiçbir şey bulunmadığını bildiğim hâlde îtirâz edemedim. İki hizmetçi ile beraber odaya girdik. Girince odanın çeşit çeşit lezzetli yemeklerle dolu olduğunu gördük. O yemekleri çıkardık. Gelenler yiyip, doydular. Yemekler de tamâmen bitti. Biraz sonra otuz fakir daha geldi. Babam,yine önceki gibi emredip içeriden yemek getirmemizi istedi. Peki deyip içeri girdiğimizde, öncekilerden daha değişik ve daha çok yemekler vardı. Onları da ikrâm ettik. Sonra babam, bu iki hizmetçiye birden nazar etti. İkisi de bayılıp oraya düştüler. Evlerine kaldırıldılar ve her ikisi de uzun müddet baygın hâlde kaldı. Nihâyet ayılıp istigfâr ederek ve ağlıyarak, babamın yanına geldiler. Çok özür dileyip, affedilmelerini istediler. Babam da, özürlerini kabûl edip onları affetti. O iki hizmetçi bu hâle düşmelerine sebep olan hatâlarını izâh edip; "İçeride hiç yemek bulunmadığını bildiğimiz bir odada, iki defâda da, çeşit çeşit ve bol yiyecekleri görünce; "Bu sihirdir." düşüncesi aklımıza geldi. Bu yanlış düşüncemiz sebebiyle bu duruma düştük." dediler."

Allahü teâlâya âşık olanlar hakkında;

"Allahü teâlâya âşık olanların kalpleri, azîz ve celîl olan Allahü teâlânın nûru ile nûrlanmış, aydınlanmıştır. O kalbde istek, arzu hâli hareket edince, onun nûru yer ile gök arasını aydınlatır. Allahü teâlâ, meleklere onları över ve; "Şâhid olunuz ki, ben onlara daha müştâkım." der.

"Şevk, Allahü teâlâya âşık olanların kalplerinde yanan bir ateştir. O ateşi ancak, Allahü teâlâya kavuşmak ve O'nun cemâline nazar etmek (bakmak) teskîn eder, dindirir." buyurdu.

Kendisine yapılacak ve sakınılacak şeylerden soruldukta; "Kişiye, ilim olarak Allahü teâlâdan korkması yetişir. Kişiye, cehâlet olarak da kendi nefsini beğenmesi, ucb sâhibi olması kâfidir. Ucb artınca, ahmaklık hâlini alır. Kişinin kendi ayıplarını görmesine mâni olur."

Az konuşmanın fazîletini anlatırken de; "Susmak, yorulmadan, güçlük çekmeden yapılan bir ibâdettir. Zâhirî bir süs ile süslenmeden kazanılan bir zînettir. İnsanı özür dilemek zilletine düşmekten koruyan bir zenginliktir. Kirâmen kâtibîn meleklerine rahatlıktır." buyurdu.

Mâcid el-Kürdî hazretleri, zamânındaki velîlerin öncüsüydü. Zamânındaki evliyâ ona bağlanmakta, ona tâzim ve hürmette hep berâberdiler. Mânevî yardımları çok görüldü.

1) Câmiu Kerâmât-il-Evliyâ; c.2, s.239
2) Tabakât-ül-Kübrâ; c.1, s.148
3) Kalâid-ül-Cevâhir; s.107
4) Menâkıb-ül-Ârifîn Kerâmât-il-Kâmilîn, Üniversite Kütüphânesi; No: 558
5) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.7, s.69
Posted by Unknown On 15:51
Anadolu evliyâsından. İsmi Bâli Mehmed Çelebi olup, Bâlî Sultan olarak da bilinir. Germiyan şehzâdelerinden Hızır Paşanın oğludur. Dedesi Süleymân Şah, Mevlânâ Celâleddîn Rûmî'nin oğlu Sultan Veled'in kızı Mutahhara Sultan ile evli olduğundan, soyu Mevlânâ hazretlerine ulaşır. Babası ona, saltanat elbisesi yerine tarîkat abası giydiği için "Abapûş-i Velî" lakabını vermiştir.

Abapûş-i Velî, küçük yaşta ilim öğrenmeye başladı. Kısa zamanda ilim tahsîlini tamamladı. Ahlâk ve edeb nümûnesi idi. Küçük yaşta Mevleviyye tarîkatı büyüklerinin mânevî bakışlarına kavuştu. İnsanlara doğru yolu göstermek üzere icâzet, diploma aldı.

Devrinin büyük âlimleri ve devlet ileri gelenlerinin çoğu onun sohbetlerini tâkib ederlerdi. Tîmûr Han Afyon taraflarına geldiğinde, onun bölgesine girmedi ve bâzı ihsânlarda bulunmak isteyince; "Bizim abamız, elbisemizi terk ve ihtiyaçsızlık elbisesidir" deyip kabûl etmedi. Tîmûr Han Abapûşî hakkında; "Böyle zatlar boş değildir. Allahü teâlâdan başkasından ne korkarlar, ne bir şey beklerler. Şahların gönüllerinde onların heybeti, korkusu yer etmiştir." dedi.

Abapûş-i Velî ömrünün sonlarını babasından kalan dergâhında yalnız geçirdi. Devamlı ibâdetle meşgûl olurdu. Talebeleri ve sevenleri huzuruna gidip ders ve sohbetlerini dinler, ondan istifâde ederlerdi. Çeşitli zamanlarda insanlar arasına çıkıp, onlara Allahü teâlânın emir ve yasaklarını anlatır, herkesi iyiliğe teşvik ederdi.

Vefâtından önce kendi evine geçen Abapûş-i Velî, üç gün sonra 1485 (H.890) senesinde vefât etti. Afyonkarahisar Mevlevî Dergâhının bahçesine defnedildi. Definden sonra bâzı hâller görüldü. Talebeleri bunları hocalarının kerâmeti olarak kabûl ettiler. Bu sırada sâdece görünüşe bakarak konuşanlardan birisi bu hâllerin, talebeler tarafından uydurulduğunu, bunların aslının olmayacağı gibi sözler söyledi. Ayrıca kabre inkâr gözü ile baktığı anda, Allahü teâlânın gazâbına uğrayarak gözleri görmez oldu, dili tutuldu. Baştan ayağa kadar bütün vücûdu titremeye başladı. Bu hâle yakalandığının üçüncü günü kötü bir vaziyette öldü. Allahü teâlânın evliyâsı hakkında uygunsuz konuşmanın, onu inkâr etmenin cezâsını hemen gördü.

1) Sefîne-i Nefîse-i Mevleviyye; (Sâkıb Dede; Mısır 1283) c.1, s.4

16 Mayıs 2013 Perşembe

Posted by Unknown On 16:36

Ünlü hükümdar Timur'dan sonra yerine geçen oğullarından Şahruh (XV. y.yıl) babasının tersine bilime ve bilgine değer veren, dindar, halim, selim biriydi. Bilginlerle oturup kalkmaktan zevk alırdı. Şahruh'un çevresindeki bilgin kişilerden biri de Nimetullah Efendi idi. Aynı zamanda evliyadan olan Nimetullah Efendi'nin dilinden düşürmediği
bir söz vardı: "Allah haramdan kaçanı korur" (Yani kişi haramdan kaçarsa Allah ona haram yedirmez, nasip etmez, demek istiyordu.)
Bu sözü sık sık tekrar eder, bununla biraz da hükümdar ve adamlarını uyarmak amacı güderdi. Şahruh da bunun her zaman mümkün olmayacağını, insanın bazen bilmeden de harama el uzatabileceğini ileri sürerdi. Şahruh bir gün sarayında özellikle Nimetullah Efendi'yi ağırlamak üzere bir ziyafet düzenledi. Başta hükümdar ve Nimetullah Efendi olmak üzere davetliler sofraya oturdular. Baş yemek kehribar gibi kızarmış bir kuzu çevirmesiydi. Herkes gibi Nimetullah Efendi de iştahla yiyor, yedikçe "Allah haramdan kaçanı korur" sözünü tekrarlayıp duruyordu. Hükümdar ve
adamları da bıyık altından gülüyorlardı. Nihayet yemek bitti. Şahruh Nimetullah Efendi'ye sordu:
- Allah haramdan kaçanı her zaman ve her durumda korur mu?
- Evet korur, haramdan kaçana Allah haram nasip etmez.
- Ama hocam seni korumadı, sende bizimle birlikte haram yedin.
- Hayır, ben haram yemedim haramı siz yediniz.
- Boşuna iddia etme hocam, sofrada yediğimiz kuzuyu benim adamlarım çalmıştı, hırsızlık malıydı o...
- Olabilir, size haramdı, ama bana helaldi. Hükümdar lahavle çekti:
- Nasıl olur hocam, çalınmış bir kuzu bize haram, sana helal?
Nimetullah Efendi sözünü bağladı:
- Eğer inanmıyorsanız, kuzunun sahibini bulun sorun...
Gerçekten hükümdarın adamları çaldıkları kuzunun sahibini buldular. Yaşlı bir kadındı kuzunun sahibi. Kuzuyu çaldıklarını, pişirip yediklerini itiraf ettiler ve parasını ödemek istediklerini söylediler. Kadın parasını almayı reddetti ve kendilerine beddua etti.
- Ben o kuzuyu parası için değil, bu havalide Nimetullah Efendi diye mübarek bir zat varmış, ona ikram etmek için yetiştiriyordum, diye açıklamada bulundu.

Posted by Unknown On 16:30

Büyük velilerden Şakik Belhi (VIII. yyıl) bir kıtlık senesinde, herkesin kara kara düşündüğü bir ortamda, zengin bir adamın kölesinin şakır şakır oynadığına şahit oldu. Yanına yaklaştı ve sordu:
- Herkes kıtlıkla, açlıkla karşı karşıya olmaktan inler dururken sen neye güvenerek böyle oynayabiliyorsun? Köle cevap verdi:
- Herkesten bana ne? Benim için bir tehlike söz konusu değil. Benim efendimin 7-8 tane köyü var, her ihtiyacımız o köylerden sağlanıyor.
Bu açıklama Şakik'i adeta bir şamar gibi sarstı. Çünkü kendisi de kıtlıktan dolayı endişe içindeydi. Ama köle onu uyandırdı ve kendi kendine şöyle dedi:
- Hey Şakik kendine gel! Şu köle nihayet bir insan olan efendisine bunca güveniyor, kendini emniyet içinde hissediyor. Sen ki bütün canlıların rızkını garanti eden Allah'a inanıyor, tevekkül ediyorsun, Bu nice tevekküldür ki rızık endişesi içindesin?
Posted by Unknown On 16:27

Sual: Hadis-i şerifte, sabah ve akşam namazlarından sonra, Haşr suresinin [hüvallahülleziden itibaren] son üç ayetinin okunması bildiriliyor. Hâlbuki çok yerde Lev enzelnadan okunuyor. Yine hadiste, namazlardan sonra, 10 ihlas okunması bildirilirken, siz 11 ihlas okunacağını bildirdiniz. Niçin böyle yapılıyor?)

CEVAP
Bir hususta birkaç rivayet varsa, en faziletli olanını seçmek iyi olur. Haşr suresinin sonunu Lev enzelnadan okumak daha iyi olur. Namazdan sonra 10 veya 11 İhlas okunması bildirilmiştir. 11 defa okumak daha iyidir. Hadis-i şerifte buyuruldu ki: (Sabah namazından sonra 11 defa ihlas okuyan müslümana, Cennette bir burç verilir.) [Haraiti] (Bu hadis-i şerif, Ramuzun 382. sayfasında vardır.)
Posted by Unknown On 16:25

Sual: Bazıları, "Ölenin defteri kapanmıştır. Artık onun defterine sevab, günah yazılmaz" diyerek, ölüler için yapılan, duâları kabul etmiyorlar. Ölü için duâ edilmez mi?

CEVAP
Nakli değil aklı esas alan kimse ve Mutezile fırkası, ölü için yapılan duâyı inkar etse de, duâ, ölü-diri herkese fayda verir. Allahü teâlâ, duâ edenin duâsını kabul edeceğini bildirmektedir. (Bekara 186, Mümin 60)
Yakub aleyhisselam oğullarına, (Sizin için yakında [seher vakti] Rabbime istiğfar edeceğim) dedi. (Yusüf 98)
Başka bir ayet-i kerime meali: (Müttekiler, seher vakti istiğfar ederlerdi.) [Zariyat 18]
İbrahim aleyhisselam (Ey Rabbimiz, [Kıyamette] hesaba çekildiği gün, beni, ana-babamı ve bütün müminleri mağfiret et) diye duâ etmiştir. (İbrahim 41) Bu ayet-i kerimede bir müminin duâsı ile diğer müminlerin günahları affediliyor ki, böyle duâ edilmesi emredilmiştir. [Bu ayet-i kerimede, İbrahim aleyhisselam, ana-babasına duâ ettiğine göre, onların mümin olması şarttır. Eğer ana-babası kâfir olsaydı, onlar için duâ etmezdi. Bu ayet-i kerime de gösteriyor ki, Azer, İbrahim aleyhisselamın babası değil amcası ve üvey babası idi, esas basası Taruh idi.]
Ölülere hediye!
Yine her gün namazda Tehıyyat okurken ( Esselamü... İbadillahissalihin) diyerek müslümanlara duâ ediyoruz. Faydası olmasaydı, her tehıyyatta bunun okunması emredilmezdi.
Duânın fazileti hakkındaki hadis-i şeriflerden birkaçı şöyle:
(Duâ, ibâdettir.) [Tirmizî, Nesâî]
(Dirilerin de ölülere hediyesi, onlar için duâ ve istiğfar etmektir.) [Deylemî]
(Ölmüş ana-baban için duâ ve istiğfar et!) [İbni Mace]
(Defnedilen kardeşiniz, şimdi sorguya çekiliyor, ona duâ edin!) [Ebu Dâvud]
(Kırk müslüman, bir müminin cenazesinde bulunup onun affı için duâ ederlerse, duâları kabul olur.) [Müslim]
(Cenaze namazında, üç saf cemaat bulunan mümin, Cennete girer.) [Tirmizî]
Ölü için duâ edilir, Kur'an-ı kerim okunur, sadaka verilir. Sadece onlar için namaz kılınmaz ve oruç tutulmaz; fakat bunların sevabları bağışlanır. Tahtavideki hadis-i şerif şöyle: (Bir kimse, başkasının yerine oruç tutamaz, namaz kılamaz; fakat onun orucu ve namazı için fakiri doyurur.) [Nesâî]
Hidayede (oruç, namaz, sadaka ve diğer ibâdetlerin sevabını başkalarına bağışlamak caizdir) ve Tatarhaniyyede (Sadaka veren kimse, sevabının bütün müminlere verilmesi için niyet ederse, kendi sevabından hiç azalmadan, bütün müminlere de sevabı erişir. Ehl-i sünnet mezhebi böyledir) buyuruldu. (R. Muhtar)
Posted by Unknown On 05:15
Yemîninin gereğini yapmayan.
Bir kimse, semâya çıkacağım veya şu taşı altın yapacağım diye yemîn edince, yapmadığı için, hânis olup yemîn keffâreti verir. (İbn-i Âbidîn)
Posted by Unknown On 05:13

Bir kızı evlendirmek ya da nikâhdan sonra teslim etmek için, onun anne-Babasından, ya da akrabasından birinin: "ağırlık", "başlık", "kaftanlık", "abilik", "dayılık" gibi adlarla para, ya da başka birşey alması, rüşvet türünden olduğu için haramdır: Bu aynı zamanda şerefli yaratılan bir insanı, meta' gibi parayla satmak anlamına da geldiğinden, çok çirkin bir şeydir. Bir babanın kızına, onu parayla satmasından daha büyük hakareti düşünülebilir mi?
Işin garibi, Anadolumuzun birçok yöresinde bu uygulama vardır ve adına da açıktan açıga "satmak" tâbir olunur. 

Imam-Hatip Okulu'nun iki yılını okuduğum Yozgat'ta, sınıf arkadaşımın; "ablamı bu sene sattık" sözünü çok ilginç bulmuştum ve hâlâ unutamıyorum.

Işin bir diğer kötü yönü daha vardır: Islâm'ı her fırsatta lekelemek isteyen egemen güçler, Anadolu'daki bu uygulamayı, ustaca ifadelerle Islâm'danmış gibi gösterir ve İslâm'dan çok kendilerine yakın olan bu cahillerin suçunu İslâm'a malederler. Bu uyguIamayı yapanlar, bir de buna sebep oldukları için sorumludurlar.
Ancak dügün hazırlıkları ve işlerinin yürümesi için, anlaşma ile, hizmet bedeli olarak verilen şey başlık değildir, damat onu geri alamaz. Halbuki başlıkparası olarak verdiği eşya ve parayı geri almak hakkıdır. Peşin değil de, sonradan vereceğini söylemişse, hiç vermemek de hakkıdır. Vermezse hiçbir şey gerekmez.
Başlıkparasını, yerinde anlatacağımız mihirle de karıştırmamak gerekir.
Posted by Unknown On 05:06

BABANIN ERKEK ÇOCUĞUNA BAKMA YÜKÜMLÜLÜĞÜNÜN ŞARTLARI

 a)  Erkek çocuk büluğ çağına gelmemiş olmalıdır. Ancak çocuk büluğ çağına geldiği halde sakat, kötürüm, felçli ve müzmin şekilde hasta olur ve kazanmaktan aciz bulunursa yine babanın nafaka yükümlülüğü devam eder.
 b)  Fakir olmalıdır. Çocuğun kendine ait malı varsa, masraflar ondan yapılabilir.
 c)  Baba, çocuklarına bakmaya muktedir olmalıdır. Bu, babanın ya zengin ya da çalışabilecek durumda olmasıyla gerçekleşir.
 d)  Babanın ve çocuğun hür olmaları gerekir.


Babanın kız çocuğuna bakma yükümlülüğünün şartları


a)  Kızda büluğ ve yaş aranmaz. Evleninceye kadar kız çocuklarının geçimi babaya aittir. Evlendikten sonra bu yükümlülük kocasına geçer. Kocası ölür veya boşanırlarsa kadın yine babasının evine döner. Kadın çalışıp kazanmaya zorlanamaz. Fakat Islâmî ölçüler içinde bir iş veya meslekte çalışıp kazanmak isterse bu da câizdir.

b)  Fakir olmalıdır. Eğer kızın malı varsa, geçimi ondan sağlanır.

c)  Baba, çalışıp kazanmaya muktedir veya zengin olmalıdır.

d)  Babanın ve kızın hür olmaları gerekir.

Bir kimsenin yakınlarının geçimini sağlarken öncelik vereceği kimseler hadis-i şerifte şöyle belirlenmiştir: Ebû Hûreyre (r.a) nakleder: "Bir adam Resûlullah (s.a.s)'a gelerek şöyle dedi: Ey Allah'ın elçisi! Benim yanımda bir dinar para var, nereye sarfedeyim? Hz. Peygamber; "Kendi ihtiyacın için sarfet" buyurdu. Adam: "Yanımda başka bir dinar daha var" dedi. Hz. Peygamber;  Eşine sarfet" buyurdu. Adam dedi: "Başka bir dinar daha var". Hz. Peygamber; "Çocuklarına sarfet" buyurdu. Adam:
"Bir dinar daha var" dedi. Hz. Peygamber, onu da hizmetçisine harcamasını söyledi. Son bir dinar daha olduğunu söyleyince de; "Sen onu nereye harcayacağını daha iyi bilirsin" buyurarak, bu konuda onu serbest bıraktı" 

(Ahmed b. Hanbel, II, 251, 471; Nesâî, Zekât, 54).

14 Mayıs 2013 Salı

Posted by Unknown On 05:47

İNSANLARIN  BİRBİRLERİNİ  YANLIŞ  ANLAMASI İÇİN
EN  AZ  9  İHTİMAL VARDIR.




1- Düşündüğünüz,
 2- Söylemek  istediğiniz,
 3- Söylediğinizi  sandığınız,
 4- Söylediğiniz,
 5- Karşınızdakinin  duymak  istediği,
 6- Duyduğu,
 7- Anlamak  istediği,
 8- Anladığını  sandığı,
 9- Anladığı...    


Dünyada en huzursuz kimse, gönlünde haset ve kin tutandır. (İmam Safii)
Küçük şeylere gereğinden fazla önem verenler, elinden büyük iş gelmeyenlerdir.  (Eflatun)

Posted by Unknown On 05:47

İNSANLARA  KARŞI  BAŞLICA  GÖREVLERİMİZ 


01)  Hiç  kimseye  zarar  vermemek:
İnsanların canına, malına, konutuna, hürriyetine, namus ve şerefine tecavüz etmek dinimizce yasaktır. Bunlar
insanların dokunulmaz haklarıdır. Müslüman, başkalarının hakkına  saygı  göstermek, insanlara zarar verici her
türlü fiil ve davranıştan  sakınmakla  görevlidir.
Gerçek  Müslüman  olabilmenin  bir  şartı  da  budur.
Peygamberimiz  şöyle  buyurmuştur:
"Müslüman,  diğer  Müslümanların  dilinden  ve  elinden zarar  görmediği  kimsedir."    
(Hadis-i Şerif: Riyazüssalihin)
02) Başkalarına  yardım  etmek: İnsanlara tatlı sözlü
ve  güler  yüzlü  davranmak, fakirlere  yardım  etmek, yoksulların  ihtiyaçlarını  karşılamak, kimsesizleri korumak,
düşeni  kaldırmak,  yolunu  şaşıranlara  yol göstermek dinimizin emri, iyi ahlâklı olmanın gereğidir.
03) Büyüklere saygı, küçüklere  merhamet  göstermek:
Anne ve babamıza, büyük kardeşlerimize, öğretmenlerimiye  ve  yaşca  bizden  büyük  olanlara  saygı  göstermek,
bizden küçüklere kimsesizlere, güçsüz  ve  yetimlere  merhamet etmek, yardımcı  olmak  önemli bir ahlâk
kuralıdır.
Peygamberimiz (s.a.v.)  bu  konunun  önemi  hakkında şöyle buyuruyor:  Büyüklerine  saygı  göstermeyen,
küçüklerimize  merhamet  etmeyen  bizden  değildir.
05) Dargın  durmamak:  Müslümanlar arasında herhangi bir  sebeple  dargınlık  olursa,
vakit  geçirmeden  dargınlar hemen barışmalıdır. Peygamberimiz: "Bir Müslüman diğer
din  kardeşi  ile  üç  günden  fazla  dargın  durması  helal olmaz."   Buyurarak  dargın  durmanın  kötü  bir  davranış
olduğunu bildirmiş, uzun süre küs duranların büyük günah
işlediklerini  belirterek  şöyle  buyurmuştur:
"Bir  kimse  Müslüman  kardeşi  ile  bir  sene  küs durursa onun kanını dökmüş gibi günaha
girmiş olur." (Riyazüssalihin)
06) Dargınları  barıştırmak: "Mü'minler ancak kardeştirler.
O halde iki kardeşinizin arasını düzeltiniz."Hucürat süresi 10
Peygamberimiz (s.a.v.)  Efendimiz de: "Sadakaların  en hayırlısı dargın olan kimseleri  barıştırmaktır." (Seçme
Hadisler) buyurarak dargınları barıştırmanın çok hayırlı bir davranış
olduğunu  bildirmiştir.
07) Dostları  ziyaret  etmek:
Müslümanlar  uygun  zamanlarda  yakınlarını, büyüklerini ve baba dostlarını ziyaret etmelidir.
08) Misafirleri  ağırlamak:  Misafirleri ağırlamak dinimizin tavsiye ettiği iyi davranışlardan biridir. Misafir
severli-ğin milli geleneklerimiz  arasında  önemli  bir  yeri  vardır. Türk Milleti, tarih boyunca misafirlere karşı iyi
davranışı ile  tanınan  bir  millettir.
09) Dâvete  gitmek:    Bir  Müslüman  eğer  sakıncalı  bir durum  yoksa, din  kardeşinin  davetine  gitmeli,
vereceği yemeğe katılmalıdır. Bu davranış Müslümanlar arasındaki sevgiyi  artırır.  Peygamberimiz bu  konuda
şöyle  buyurmuştur: "Sizden birinizi din kardeşi düğün yemeğine veya benzeri şeye davet ederse gitsin."  (Cami'us-
Sağir)
Sevgili  Peygamberimiz  zengin, fakir ayırımı  yapmaz, bir hizmetçi davet etse bile giderdi.
10)  Din  Kardeşinin  İyiliğini  İstemek:  Müslüman, din kardeşleri için iyi  düşüncelere  sahip  olmalı, kendisi
için sevip istediği iyi şeyleri din  kardeşleri için de arzu etmeli,
kendisi  için  hoşlanmadığı  bir şeyi  başkaları  için de arzu etmemelidir. İyi ahlâklı olgun bir  Müslüman
olabilmenin ölçüsü  budur.
11) Büyüklerin  Ellerini  öpmek:  Müslümanlar, saygılarını göstermek maksadiy-le, bilginlerin ve  büyüklerin
ellerini  öpebilir.
12) Başkalarının kusurlarını araştırmamak:  Bir  Müslüman  din  kardeşinin  özel  hayatını araştırmaz.
Gördüğü kusurları başkalarına yay- maz. Din kardeşini başkalarının yanında  kötü-lemez. Gördüğü hatalı
davranışları  kırmadan, incitmeden uygun sözlerle düzeltmeye  çalışır.
13) Kötülük  Yapanları  Bağışlamak:
İyi ahlaklı bir insan kendisine yapılan fenalık-ları  bağışlar.  Hatta  bağışlamakla  kalmaz, kötülüklere  karşı  iyilik
yapar.  Bu  davranış ahlaken olgunlaşmış Müslümanların yapacağı çok güzel bir davranıştır.
Sevgili Peygamberimiz:
"Üç güzel huy kimde bulunursa yüce Allah  o kimseyi  rahmeti  ile  cennete kor."   buyurdu.
O huylar  nelerdir? diye  sorulunca  şu  cevabı verdi:    
- Sana vermeyene sen verirsin,
- Sana gelmeyene sen gidersin,
- Sana zulmedeni bağışlarsın. (Seçme Hadisler S.211)
14) Hastaları  Ziyaret etmek:     Müslüman, hasta olan din kardeşini ziyaret etmeli, sağlığa kavuşması  için  dua
etmeli,  hastaları  üzecek  söz  ve  davranışlardan  sakınmalıdır.
15) Cenazelere  Katılmak:
Ölen din kardeşinin cenaze  namazını  kılmak, onu kabrine kadar götürmek, din  kardeşi  için Allah'tan  rahmet
dilemek  ve  dua  etmek, Müslümanların  dünya  hayatından  ayrılıp ahirete  göçen  din  kardeşlerine  yapmaları
gereken  önemli  bir  görevdir.
Posted by Unknown On 05:43


A-  Allah'a Karşı Görevlerimiz: 

Bizi yoktan var eden ve mükemmel organlarla donatan, yeryüzünde ne varsa
hepsini bizim faydalanmamız için yaratan Allah'tır. İnsana tanınan bu üstün  özellikler  hiçbir  canlıya verilmemiştir.
Bu  iyiliklere  karşı  yapmamız  gereken  görevler  vardır.
Bu görevler:
a- Allah'ın  varlığına ve birliğine inanmak,
b- Hiç  bir  şeyi  Ona  ortak  koşmamak,
c- İbadet  vazifelerini  yerine  getirmek,
d- Emirlerine  uygun  hareket  edip  yasak ettiği şeylerden  sakınmak,
e- Allah sevgisini her şeyden üstün tutmak,
f- O'nun  adını  saygı  ile   anmak,
g-Verdiği  nimetlere  şükretmek.

Peygambere  Karşı  Görevlerimiz:  

 Allah,  İslam  dinini  insanlara  tebliğ  etme  görevini Peygamberimiz   Hz. Muhammed  (a.s.)'e  verdi.   Sevgili
Peygamberimiz  insanlığın  kurtuluşu  için  çok  çalıştı. Bu uğurda birçok  güçlüklerle  karşılaştı. İslamın ışığı ile
dün-yayı aydınlattı. İnsanlara mutlu olmanın yollarını gösterdi.
Bu sebeple;  
a- Onun son ve en büyük Peygamber olduğuna inanmak,
b- Onu çok sevmek, adı anıldığı zaman salvat-i şerife okumak,
c- Onun gösterdiği yoldan yürümek,
d- Onun güzel ahlâkını kendimize örnek alarak yaşamak.

C- Kur-an'a  Karşı  Görevlerimiz:

a- Kur-an'ı  Kerim'in  Allah  tarafından  Peygamberimiz    
    vasıtası ile  gönderilen son  kitap  olduğuna  inanmak.
b- Onu  usulüne  göre  güzelce  okumak,
c- Manasını  anlamaya  çalışmak,
d- Kur-an'ı okurken ve dinlerken son derece saygılı olmak,
e- Kur-an'ın yap dediklerini yapmak, yapma dediklerinden sakınmak.



Posted by Unknown On 05:41

Ailevi Görevler: 

Karı, koca, ana, baba ve çocuklardan meydana gelen en küçük insan
topluluğuna aile denir. Allah'a ve yaratıklarına karşı temel bilgiler, ana kucağında ve baba
ocağında öğrenilir. Büyüklere saygı, küçüklere sevgi, hep bu yuvada elde edilir.
Memleket ve insanlık görevleri, ilk önce bu ocakta aşılanır. Onun içindir ki, sağlam ailelerden meydana gelen bir
millet, her yönden ilerler ve diğer milletler içinde şerefli yere sahip olur. İslam Dininde, aile mukaddes bir yuvadır.
Bu yuvanın varlığını sağlam bir şekilde devam ettirebilmesi, karı-kocanın birbirlerine karşı olan vazifelerini yerine
getirmelerine bağlıdır.


A) Kocanın karısına olan görevleri şunlardır:

1. Kadın, bir  erkeğinin  yanında  Allah'ın  bir  emanetidir. Bu  emanete  gerekli  şefkat  ve  
    nezaket  gösterilmelidir. Peygamberimiz:   "Hayırlı  olanlarınız,  kadınlara  karşı  Hayırlı
    olanlardır" buyurmuşlardır. (Riyazüssalihin Tercümesi)
2. Koca, karısının  hata  ve  kusurlarını  büyüterek, bunları kavga  ve  geçimsizlik
     meselesi  haline  getirmemelidir.
3. Erkek  evine  bağlı  olmalı, parasını  dışarıda  lüzumsuz yere harcayarak,
    karısını evde zor durumda bırakmamalı.
4. Erkek, hanımını her türlü kötülüklere karşı korumalıdır.
5. Erkek, hanımının itikat, ibadet ve ahlak konularında bilgi sahibi olmasına yardımcı olmalıdır.

B) Kadının kocasına olan görevleri şunlardır:

1. Kadın, kocasının Allah'ın emirlerine uygun olan sözlerini dinlemeli, ona karşı daima saygılı
    olmalıdır.
2. Kadın, namusunu, şeref ve haysiyetini korumak suretiyle kocasına bağlı kalmalıdır.
    Peygamberimiz şöyle buyurmuştur: "Kadın beş vakit namazını kılar, orucunu tutar,
    namusunu korur ve kocasına itaat ederse ona:
    "Hangi kapısından dilersen oradan Cennet'e gir denir."
3. Bulunduğu hale kanaatkâr ve tutumlu olmalı israf etmemeli
4. Kadın, kocasının istemediği yerlere gitmemeli, gideceği yerler için önceden izin almalıdır.

C) Ana- Babanın çocuklarına karşı görevleri:

Çocukların yetişmesinde, ana-babanın büyük sorumluluğu vardır.
Çocuğun hayırlı veya hayırsız olması, ana-babaya bağlıdır.
Bu bakımdan ana-baba şu noktalara dikkat etmeli.
1. Çocuğa, doğumundan yedinci gününe kadar ki süre içerisinde dinimize uygun güzel bir isim
    konulmalıdır.
2. Çocuklar, Allah'ın  emanetidir.  Onları  iyi  yetiştirmek, Peygamberimiz:
    "Hiçbir baba, çocuğuna güzel terbiyeden daha üstün bir şey veremez" buyurmuşlardır. (Tirmizi)
3. Çocuklarına dini görevlerini öğretmelidir, kimlerle ne şekilde arkadaşlık ettiğine ve edeceğine
     yardımcı olmak.
4. Çocuklarına  eşit  şekilde  sevgi  göstermek.
5. Dokuz  yaşına  giren  çocukların  yataklarını  ayırmak.
6. Ergenlik  çağına  giren  çocukları  namaz  kılmaya  teşvik  etmek.      
7. Evlenme  çağına  gelen  çocuklarını  evlendirmek.

D) Çocukların ana-babalarına karşı başlıca görevleri:

Ana-Baba kadar kıymetli bir  varlık  düşünülemez. Bizlere
Hayatı, neşeyi, dini, dili, her  şeyi  onlar  öğretirler.
Onun için, onlara karşı olan görevlerimizi saymakla bitiremeyiz.
1. Onlara  saygı  gösterip itaat etmeliyiz. Konuşurken tatlı dilli,  güler  yüzlü  olmalı,
    onların  kalplerini kıracak davranışlardan uzak kalmalıyız.  Sözlerini dinlemeliyiz.
2. Ana ve babanı azarlamamak onlara  "öf" bile dememek.
3. Onların  ihtiyaçlarını  gidermek,  yardımına  koşmak.
4. Öldükten sonra mezarlarını ziyaret etmeli ve dua da bulunmalıyız: "Allah'ım! Hesap  görülecek
    günde, beni (ana-babamı)  beni  çocukken  nasıl  terbiye  ettilerse,
    Sen de kendilerini  (öylece)  esirge."  (İsra- Süresi: 249)

E) Kardeşlerin başlıca görevleri:

1. Büyük kardeşler, ana-baba yerindedir. Küçük kardeşler, onlara karşı saygılı olmalıdır.
2. Ağabeyler, küçük kardeşlerine karşı şefkatli davranmalı, onları her bakımdan korumalıdır.
3. Maddi durumu iyi olan, muhtaç olan kardeşine yardımcı olmalı, onu da her bakımdan
    kalkındırmaya çalışmalıdır.
4. Menfaat yüzünden doğan kırgınlıklar,  kardeşliğe yakışmaz. Bu bakımdan kardeşler kendi
    menfaatlerinden çok, kardeşlerinin  menfaatlerini  üstün  tutmalıdırlar.
5. Eğer  kardeşler  ayrı  evlerde  oturuyorlarsa, birbirlerini  sık  sık  ziyaret  etmelidirler.
6. Bir işe karar verilirken, birbirlerine danışmaları  gerekir.
Posted by Unknown On 05:40

Şahsa ait Görevler:          

İnsanın başkalarına olduğu gibi, kendine karşı da birtakım görevleri vardır.
Bu görevlerden bir  kısmı  vücudu, diğer  bir  kısmı da  ruhuyla  ilgilidir.
Her şeyden önce vücudu temiz tutmak, onu  hastalıklardan korumak.
       Yapılacak işler sağlıklı olmamıza bağlıdır.
Beden  terbiyesi; Namaz kılmak ve Oruç tutmak, Müslüman'a sağlık dolu hayat kazandırır.
Ruhumuzu, kalbimizi ve gönlümüzü, yalan, gıybet ve iftira gibi,
       her türlü kötülüklerden arıtmak.
Yalancılık, dedikodu yapmak, başkasının fenalığına çalışmak gibi kötü huylar,
        insan ruhunu karartır; bu huylar zamanla kökleştikleri için de,
        bunların kötülüklerinden kurtulmak güçleşir.
        Bu bakımdan ruhumuzu daima iyi duygularla beslemeli, onda  kötülükler  barınmamalıdır.
  Aklı ve zihni ilim, irfan nurları ile aydınlatmak,
        kalb'de yararlı ve yüksek duyguları uyandırmak, İslam'da ilim ve marifet kazanmak.


Posted by Unknown On 05:39

Dinimiz aileye büyük önem vermiştir, aileyi meydana getiren kimselerin karşılıklı görevleri
üzerinde titizlikle durmuştur. Aileler mutlu ve huzurlu olursa millet de güçlü ve kuvvetli olur.

Ahlaki  Görevlerimiz:

İslam Dininde Ahlâki Görevler  Başlıca Beş Kısımdır:
1. Allah'a,  Peygambere  ve  Kur-an'a  karşı  görevlerimiz.
2. Kendi  şahsımıza  karşı  görevlerimiz.
3. Ailemize  karşı  görevlerimiz.
4. Vatan  ve  milletimize  karşı  görevlerimiz.
5. Bütün  insanlara  karşı  görevlerimiz.

13 Mayıs 2013 Pazartesi

Posted by Unknown On 13:30

Sual: Evlilik için duâ ettim, kabul olmadı. Sebebi nedir?
CEVAP
Evlenmeyi istemek normaldir. Ancak her evlilik mutlaka hayırlı olur mu? Çok az da olsa, evlilik bir kimsenin dünya ve ahıret felaketine sebep olabilir. Ne olursa olsun evlenmeyi değil de, mutlaka hayırlı olanını istemelidir. Hayırsız bir evlilik yerine bekarlığı tercih etmelidir!
Esas hayât, ahıret hayâtıdır. Muhteşem bir hayât sürülse de, dünya geçicidir. Akıllı, ahıretini düşünüp, (Ya Rabbi evlilik hakkımda hayırlı ise nasib et) diye duâ eder. Kur'an-ı kerimde, (Duâ edin, duânızı kabul ederim), hadis-i şerifte ise (Rabbiniz kerimdir, kendine açılan eli boş çevirmekten hayâ eder) buyuruldu. (Tirmizî)
(Duâm kabul olmadı) demek yanlıştır. Hadis-i şerifte buyuruldu ki: (Duâ edenin ya günahı affolur veya hemen hayırlı karşılığını görür, yahut ahırette mükâfatını bulur.) [Deylemî]
Allahü teâlâ, Kıyamette, duâsı dünyada kabul edilmiyen kula (Dünyada ettiğin duâna karşılık şu sevabları veriyorum) buyuracak, o kadar çok sevab verecek ki, o kimse, (Keşke dünyada hiçbir duâm kabul edilmeseydi) diyecektir. (T.Gafilin)
Allahü teâlâ, duâ edeni sever, duâ etmeyene gadap eder. Duâ müminin silahı, dinin temel direklerinden biridir. Duânın faydaları çoktur. Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki:
(Duâ, işlenen günahlara kefarettir.) [Ibni Hibban]
(Duâ, belâ gelirken korur.) [Şira]
(Çalışmadan duâ eden, silahsız harbe giden gibidir.) [Deylemî]
Duâ eden sebeplere yapışmalıdır! Önce, günahlarına pişman olup istiğfar okumalı, sadaka vermeli, duâyı üçten fazla söylemeli, haram şey istememelidir. 
Posted by Unknown On 02:19
Ashabtan (Peygamberimizin arkadaşları) Abdullah oğlu Cabir bir rüyasında, büyük ineklerin küçük inekleri sağdığını, hastaların sağları ziyaret ettiğini, kuru bir çay kenarında yemyeşil bahçeler bulunduğunu, minberde (camilerde imamın hutbe okuduğu yer) koca koca putlar durduğunu gördü. Bu, sıradan bir rüyaya benzemiyordu. Bunun önemli bir mesajı olmalıydı. Bu rüyayı yoracak kişi olarak ilk defa Hz. Ali aklına geldi.
Hz. Peygamberin "İlim beldesinin kapısı" diye nitelediği Hz. Ali ancak güvenilir bir açıklama getirebilirdi. Bu düşüncelerle rüyasını yordurmak üzere Hz. Ali'ye müracaat etti. Rüyasını tane tane anlattı ve ne anlama geldiğini yormasını rica etti. Hz. Ali "Yanlış yorumdan Allah korusun" diyerek söze başladı ve şöyle devam etti. "Büyük ineklerin küçük inekleri sağması, yetki ve mevkilerini halkı soymak için kullanan görevlileri (amir ve memurları); hastaların sağları ziyaret etmesi, yoksulların hallerini arzetmek için zenginlerin peşinde koşmasını; kuru çay kenarında bulunan yemyeşil bahçeler, uzaktan veya dışardan bakıldığında çok büyük sanılan ve öyle ünlenmiş ama aslında içleri kupkuru çölden ibaret olan ilim adamlarını; minberde duran koca koca putlar ise, layık olmadığı halde ilmin, dinin ve devletin yüce makamlarına yükselmiş kimseleri ifade eder."
Posted by Unknown On 02:13
Kıyâmetin büyük alâmetlerinden. Kıyâmetin kopmasına yakın çıkacak olan bir hayvan.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
İnsanlara vâd olunan öldükten sonra dirilmek ve azâb olunmak yaklaşınca, biz onlara yerden Dâbbe'yi (Dâbbet-ül-erd'i) çıkarırız. (Neml sûresi: 82)
Dâbbet-ül-erd çıktığında gökleri bir duman kaplayıp bütün insanlara gelip canlarını yakacak, herkes bunun acısından duâ edip; "Yâ Rabbî! Bu azâbı üzerimizden kaldır. Sana îmân ediyoruz" diyeceklerdir. (Yûsuf Nebhânî) Dâbbet-ül-erd çıkar sonra Mekke'de Safâ altından, Dağ kadar bir hayvandır, ayırır iyiyi fenâdan.


(M.Sıddîk bin Saîd) 
Posted by Unknown On 02:08


Bütün Dünya Benim Olsa Da Bir Tane Annem Etmez

12 Mayıs 2013 Pazar

Posted by Unknown On 17:55

4111 - Ebu Eyyub radıyallahu anh anlatıyor: "Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki: "Eğer siz hiç günah işlemeseydiniz, Allah Teâla hazretleri sizi helak eder ve yerinize, günah işleyecek (fakat tevbeleri sebebiyle) mağfiret edeceği kimseler yaratırdı."
Müslim, Tevbe, 9, (2748); Tirmizi, Da'avat 105, (3533).

4112 - Müslim'de Ebu Hüreyre'nin bir rivayeti şöyledir: "Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki: "Nefsim kudret elinde olan Zât'a yemin ederim ki, eğer siz hiç günah işlemeseniz, Allah sizi toptan helak eder; günah işleyen, arkadan da istiğfar eden bir kavim yaratır ve onları mağfiret ederdi."
Müslim, Tevbe 9, (2748).

Rezin şu ziyadede bulundu: "Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdu ki: "Nefsim elinde bulunan Zat-ı Zülcelâl'e yemin olsun ki, günah işlemediğiniz takdirde ondan daha büyük olan ucb'e düşeceğinizden korkarım."
Bu rivayet, Münziri'nin et-Terğib ve't-Terhib'inde kaydedilmiştir (4, 20).


4113 - Hz. Ebu Hüreyre radıyallahu anh anlatıyor: "Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm (bir hadis-i kudsi'de) Rabbinden naklen buyururlar ki: "Bir kul günah işledi ve: "Ya Rabbi günahımı affet!" dedi.
Hak Teâla da: "Kulum bir günah işledi; arkadan bildi ki günahları affeden veya günah sebebiyle cezalandıran bir Rabbi vardır."
Sonra kul dönüp tekrar günah işler ve: "Ey Rabbim günahımı affet!" der.
Alllah Teâla Hazretleri de:
"Kulum bir günah işledi ve bildi ki, günahı affeden veya günah sebebiyle cezalandıran bir Rabbi vardır."
Sonra kul dönüp tekrar günah işler ve: "Ey Rabbim beni affeyle!" der. Allah Teâla da:
"Kulum günah işledi ve bildi ki, günahı affeden veya günah sebebiyle muâhaze eden bir Rabbi olduğunu bildi. Dilediğini yap, ben seni affettim!" buyurdu."
Buhari, Tevhid 35; Müslim, Tevbe 29, (2758).


4114 - Hz. Enes radıyallahu anh anlatıyor: "Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki: "Allah Teâla Hazretleri diyor ki: "Ey Ademoğlu! Sen bana dua edip, (affımı) ümid ettikçe ben senden her ne sâdır olsa, aldırmam, ben seni affederim. Ey Ademoğlu! Senin günahın semanın bulutları kadar bile olsa, sonra bana dönüp istiğfar etsen, çok oluşuna bakmam, seni affederim. Ey ademoğlu! Bana arz dolusu hata ile gelsen, sonunda hiç bir şirk koşmaksızın bana kavuşursan, seni arz dolusu mağfiretimle karşılarım."
Tirmizi, Da'avat 106, (3534).

4115 - Cündeb radıyallahu anh anlatıyor: "Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki: "Bir adam: "Vallahi Allah falancayı mağfiret etmiyecek!" diye kesip attı. Allah Teâla Hazretleri de: "Falancaya mağfiret etmiyeceğim hususunda yemin eden de kim? Ben ona mağfiret ettim, senin amelini de iptal ettim!" buyurdu."
Müslim, Birr 137, (2621).

4116 - Hz. Ebu Hüreyre radıyallahu anh anlatıyor: "Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki: "Beni İsrail'de birbirine zıd maksad güden iki kişi vardı: Biri günahkardı, diğeri de ibadette gayret gösteriyordu. Abid olan diğerine günah işlerken rastlardı da: "Vazgeç!" derdi. Bir gün, yine onu günah üzerinde yakaladı. Yine, "vazgeç" dedi. Öbürü:
"Beni Allah'la başbaşa bırak. Sen benim başıma müfettiş misin?" dedi. Öbürü: "Vallahi Allah seni mağfiret etmez. Veya: "Allah seni cennetine koymaz!" dedi. Bunun üzerine Allah ikisinin de ruhlarını kabzetti. Bunlar Rabülâleminin huzurunda bir araya geldiler. Allah Teâla Hazretleri ibadette gayret edene: "Sen benim elimdekine kadir misin?" dedi. Günahkara da dönerek: "Git, rahmetimle cennete gir!" buyurdu. Diğeri için de: "Bunu ateşe götürün!" emretti."
Ebu Hüreyre radıyallahu anh der ki: "(Adamcağız Allah'ın gadabına dokunan münasebetsiz) bir kelime konuştu, bu kelime dünyasını da, ahiretini de heba etti."
Ebu Davud, Edeb 51, (4901).

4117 - Yine Ebu Hüreyre radıyallahu anh anlatıyor: "Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki: "Bir adam vardı, (günah işleyerek nefsine zulmetmekte) çok ileri idi. Ölüm gelip çatınca oğullarına dedi ki: "Ben ölünce, cesedimi yakın, külümü iyice ezin ve rüzgarın önünde saçın. Allah'a yemin olsun, eğer Rabbim beni bir yakalarsa hiç kimseye vermediği azabı verir!"
Ölünce, bu söylediği ona yapıldı. Allah da arz'a emrederek:
"Sende ondan ne varsa bana toplayıver!" dedi. Arz da topladı. Adam ayakta duruyordu. "Sen böyle bir vasiyeti niye yaptın?" diye Rabb Teâla sordu.
"Senden korktuğum için ey Rabbim!" cevabını verdi. Allah Teâla Hazretleri bu cevap üzerine onu affetti."
Buhari, Tevhid 35, Enbiya 50; Müslim, Tevbe 25, (2756); Muvatta, Cenaiz 51, (1, 240); Nesai, Cenaiz 117, (4, 113).

4118 - Ümmü'd-Derdâ radıyallahu anha anlatıyor: "Ebu'd-derda radıyallahu anh'ı işittim. Demişti ki: "Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm'ı işittim, şöyle buyurdu: "Müşrik olarak ölenle, bir müslümanı haksız yere öldüren hariç, Allah bütün günahları affedebilir."
Ebu Davud, Fiten 6, (4270).